Biyolojik olan ile zihinsel ve kültürel olanın kesiştiği noktada konumlandırdığı psikanalizin, başka pek çok disiplinle ilişki kurduğunu (kurması gerektiğini), bu disiplinin bireyi topluma koşulsuz uyumlu hâle getirmek gibi bir amacı bulunmayacağını ve asla bir burjuva rüyasının peşine takılamayacağını söyleyen Alenka Zupančič, felsefeyi ve psikanalizi birbirine yaklaştırdığı görüş ve metinleriyle tanınıyor. Cinsellik Nedir? başlıklı incelemesinde şöyle diyor: “Psikanaliz (Freudcu-Lacancı çizgisinde), diğer şeylerin yanı sıra felsefe içinde önemli, doğrudan yankılar uyandıran çok kuvvetli bir kavramsal icat da olmuştur. Felsefe ile psikanaliz arasındaki karşılaşma, çağdaş felsefe içinde en bereketli inşaat sahalarından biri olup çıkmıştır. (…) Gelgelelim, psikanaliz ile felsefe arasındaki karşılaşmanın her ikisi için de gayet ilham verici ve bereketli bir inşaat sahası olduğu ortaya çıkmasına karşın, bu sahadan uzak durmak son zamanlarda her iki alan için de gitgide parola (veya moda) hâlini almıştır. Felsefeciler, saf felsefeyi ve bilhassa ontolojiyi yeniden keşfetmiştir; yeni ontolojiler üretmekle meşgulken olsa olsa belli bir tedavi pratiğine karşılık gelen yerel bir kuram pek ilgilerini çekmez. Öte yandan psikanalistler de kendi kavramlarının ‘deneysel’ (klinik) nüvesini yeniden keşfetmekle meşguldür, ki hepsi bunu kimi zaman kutsal kâseleri gibi sunmayı sever, kendilerinden başka hiç kimsenin temas etmediği nihai gerçek gibi.”
Zupančič’in yaptığı şeylerden biri, hem kanonlara hem de “efendilerin” söylemleriyle birlikte, absürtlüğe dikkat çekerken kavramların tepetaklak edilmesine karşı çıkmak. Dahası, faydacılığın ve hesapçılığın yaşamda açtığı gedikleri yine felsefe ve psikanaliz ortaklığıyla açıklamak.
Zupančič, zamanımızdaki yüzeyselliğe gülerek isyan ederken eleştirdiği iki ifade, az evvel bahsi geçen gedikleri büyütüyor: “Felsefe yapmayı bırak da işini düzgün yap” ve “felsefe yapmayı bırak da hayatın keyfini çıkarmaya bak.”
Prodüksiyonlarla şekillenen, kişiyi mutsuz ve huzursuz eden her şeyin paranteze alınarak hemen herkesin uyumlu ve mevcut sistemin hizmetkârı hâline getirilmek istenmesiyle gitgide sığlaşan çağımızda Zupančič, bölünmüşlükten ve baskılanmışlıktan bahsediyor. Bunun bir adım ötesinde ise hazzın, tüketim arzusunun ve uyumun yerine hakikati koyuyor; uyumsuzluğun ve verimsizliğin yaşamın bir parçası olduğunu, hayatın vaizsiz ve vaazsız da yaşanabileceğini hatırlatıyor.
Zupančič, zamanımızda hüküm süren ve yaşamımızı etkileyen bulanıklığın, bize korkmak, inkâr etmek, görmezden ve bilmezden gelmek için kapılar açtığının farkında. Üstelik akıntısına kapıldığımız hız ve yüzeysellik, gerçeklerin eğilip bükülmesini de komplo teorilerinin ağına düşmeyi de epey kolaylaştırıyor. Hâliyle kayıtsız kalmak, yok saymak, önemsizleştirmek, inkâr etmek ve bilmezden gelmek için yeterli sebep bulmak işten değil. Başka bir deyişle kaçınma ve bilmezden gelme, farkında olsak da olmasak da yaşamımızın merkezinde.
Zupančič, inkârın ve bilmezden gelmenin arasına politik ve toplumsal manada nasıl sıkıştırıldığımızı; konunun yaşamsal ve patolojik boyutlarını da hesaba katarak anlatırken bir uyanış çağrısı yapıyor Biliyorum, ama yine de… başlıklı kitabında.
KANDIRILMA VE YANILMA İHTİMALİNİN YAKICILIĞI
Zupančič, bilmezden gelmenin ve inkârın, kapitalizmi yüceltme ve yükseltmeye kendini adamış tekno-bilime yönelik mantıksız güvensizlikle ilgili olduğunu söylüyor. Dolayısıyla söz konusu durum, aslında kapitalizme dair kuşkuya denk geliyor. Yazarın ifadesiyle bu, “kapitalizme vekâleten yapılan bir suçlama” ve inkârdan öte, bilmezden gelmeyle yakından ilişkili.
Kâbus misali krizlerin ve olayların da görmezden ve bilmezden gelmeyi tetiklediğini anımsatan Zupančič, uyum sorununa, uyanış ve rüya ikilemine yoğunlaşıyor. Kabullenmenin ve görmezden gelmenin, yeni duruma ve “yeni gerçekliğe” uyum sağlamayla at başı gittiğini belirtiyor.
Lacan’ın “gerçekliğe alışıyoruz, hakikati bastırıyoruz” sözüne atıf yapan Zupančič, bilmezden gelmenin, bastırmanın çok özel bir hâli olduğunu hatırlatıyor: “Bilmezden gelme, bir şeyin ortadan kaybolmasına yol açmaz, o şeyin doğasını ve anlamını değiştirir, etkiler. O şeyi gerçek olmaktan çıkarır.” Bu bağlamda gerçeklikten kaçınmanın bir benzeri olarak “deja vu” (sahte hatıra) ve “yeni bir şey değil canım bu, aynısını kaç defa gördük” ifadesiyle biçimlenen olup bitenin eşi görülmemişliğinin bilmezden gelinmesine dair örnekler veriyor. Bir de ölümden çok, “bir şeyin ödümüzü koparması” yani korku meselesi var: “En azından günümüz bağlamında, korkunun önemli bir diğer toplumsal boyutunu göz ardı ediyoruz belki de: Kandırılma korkusunu, belki kasıtlı ve sistematik bir kandırmacaya maruz kalma korkusunu. Bilhassa komplo teorilerinde ön plana çıkıyor bu ama daha da öteye uzanıyor. Saf olmamak, enayi yerine konmamak birincil önceliğimiz gibi görünüyor sık sık. Şöyle demeli belki: (Belli bir gerçek hakkında) kandırılma ve yanılma ihtimalimiz, söz konusu gerçeğin kendisinden ve sarsıcı boyutundan daha çok ilgilendiriyor bizi.”
‘FANTEZİ SALGINI’
“Ama yine de”nin nevrotiklerin gözde ifadesi hâline geldiğini söyleyen Zupančič, onların doğru olmadığını bildiği şeye inanmayı, iç ve dış çatışma yoluyla dolayısıyla tercüme ve yer değiştirmeyle başardığını hatırlatıyor. Nevrotikler, bilginin kendilerinde yarattığı travmayı eski bir alışkanlıkla aşmaya çabalıyor: İşin doğrusunu bilmek yerine, “otoritelerin” söylediklerine inanmayı tercih ederken herhangi bir yanlışlamaya başvurmadan yaşamlarını sürdürüyorlar. Yazar, bu noktada düştüğü bir notla meseleyi daha anlaşılır kılıyor: “Bilimsel otorite (bilimsel olarak otorite) şüpheye, yanlışlanabilirliğe ve sürekli sorgulamaya dayalıyken bilimin toplumsal otoritesi farklı bir mesele; (körü körüne) inanca ve güvene dayalı olması bakımından geleneksel otoriteye çok daha yakın düşer. (…) Son dönemde bilimin toplumsal otoritesinin çökmeye başlaması, kolayca (gerici) inançların yükselmesine bağlanabilecek bir gelişme değil; zira söz konusu toplumsal otoritenin kendisi de ‘gerici’ inanca benzer bir şeye (bilime bilim olduğu için duyulan güvene) dayalı. (…) Bilimin toplumsal otoritesini kaybetmesinin nedeni kapitalist dünya düzeninin ve buna ait dinamiklerin içkin ve önemli bir parçası olması. Bunun derecesi gitgide artıyor, zira araştırmaların finansmanını çoğu zaman (kamu çıkarını temsil eden) devlet değil, özel çıkarların peşinden giden özel şirketler sağlıyor. Evet, sıkıcı ve tahmin edilebilir bir yanıt bu: Kapitalizm. Tam da bu kapitalist dinamik, bilime duyulan güvensizliği, bilimin toplumsal otoritesinin çöküşünü besliyor ve çoğu zaman meşrulaştırıyor.”
Zupančič’e göre bugünkü hayatî sorunların kaynağında, kapitalizmin sarsıcılığının bilmezden gelinmesi yatıyor. Diğer bir deyişle satın alamayacağı hiçbir şey bulunmayan tuhaf bir çekici güç ve simgesel bir otorite hâline gelen parayla kurulan çarpık ilişkinin sumen altı edilmesi…
Buralardan geçerek bilmezden gelmeye ulaştığımızda Zupančič, oyun alanında kaldığını söylediği bilginin, “içeriği inkâr edilmese de gerçekliğinin kaybolduğunu” anımsatıyor. Bu yolun sonunda “her şeyi bilen”, “kimsenin enayisi olmayan” ve bilgiyi ters manada fetişleştiren kişilerle karşılaşmanın uzak bir ihtimal olmadığını söylüyor.
Zupančič’e göre bu kesim, komplo teorilerini çılgınca buluyor ama mesela iklim değişikliğine bağlı ekolojik krizlere karşı bilmezden gelmenin güzel bir örneğini oluşturmakla kalmıyor, hakikatin üstünü örterek kamusal alanı ve siyaseti etkileyen, gerçek ile yalanı birbirinden ayırmayı engelleyen “fantezi salgınını” besliyor. Daha doğrusu, bunun beslenmesine bir şekilde katkıda bulunuyorlar.
Zupančič, bazen görmezden geldiğimiz ve bilmezden gelerek derinleştirdiğimiz, inançlarla ve komplo teorileriyle harladığımız krizlerden bahsediyor çalışmasında. Etrafımızı saran korkunç olaylar karşısında “elimizden geleni yaptığımızı” düşünerek hakikati bastırmaya, inkâra ve bilmezden gelmeye hapsolduğumuzu hatırlatıyor. İşte bu durumdan kurtulmanın ancak yüzeyselliğin çekimine kapılmayı engelleyecek bir uyanışla mümkün olduğunu savunuyor.
More Stories
Cannes’da Juliette Binoche rüzgârı
Bursa Osmangazi’de çocuklar hem eğlendi hem de öğrendi
Bursa Osmangazili çocuklar tatil etkinliklerini çok sevdi